DUKHOBORLAR
Kalkamıyorum. Açım. Keşke gitmeseydim. İki ucu açık bir koridorda sağlı sollu kırk beş tablo. Her tablonun önünde on dakkamı yuttu şerefsiz kadın. Ağzının içine baktım konuşurken. Güzeldi. Üşüttüm belimi hiç yoktan yere. Sergi sergiye benzeseydi, tüm resimler birbirine benzemeseydi sorun değildi. Kruşçev'in dediği gibi her tuvalin üzerine aynı cinsten bir kepçe çocuk kakası koymuş, malayla yaymış sanki. Bu işten anlıyorsam tabi, hiçbir resmin kendine özgü bir dili yok; hepsinde tek bir sürü dili. Renklerin gizli dünyasında güç toplayan olumsuzun yıkıcı gücü nerde? O da yok. Sergi, seyircisini renk ve ışık imgelerinden oluşan uyumsuz bir dünyaya dönüştürmüyorsa sergi değildir
İnsandan yıldım. Sanat artık zoruma gidiyor. Eskiden renklerin seslerini dinliyordum; o seslerin içindeki gizemli güçlerin keşfine dayanan bir ruh biçimlenmesine sahiptim. Her ne olduysa dağıttım. Devir döndü, bu hale geldim. Kıpırdayamıyorum. O kadın doğru şeyler de söylüyordu ama belimi üşütmeye değmezdi. Ben böyle şeyleri dedikodu malzemesi yapan bir adam değilim lakin lanet olsun yalnızım. O kadın yıllar önce, gönlü bende olmasına rağmen, sünnetli olduğum için kabuk ve hassasiyet yitiminden dolayı beni tercih etmedi. Kadın, kabuğumun, benim rızam alınmadan kesildiğini öğrendiğinde de zaten iş işten geçmiş, tavşan yamacı çoktan aşmıştı. Beni, kabuğuma kurban etmesine rağmen samimiyetini sevdim, alçaklığını sorun etmedim, kararına saygı duydum. Saygı zor iştir. Şu kaderin cilvesine bakın ki, yıllar sonra ben onun yeteneğini görmek için, o güzelim Dukhobor kadının yaş gününe gitmedim de buna gittim ve belimi üşüttüm. Rahmetli anam, "Beline mukayyet ol oğlum," derdi; bir bildiği varmış demek ki.
Yeryüzünde kıyamet kadar insan var, birisi hissedip bir tas çorba getirmiyor bu viranhaneye. Dukabor kadın, bugün gelebileceğini söylemişti bana. Gelebilir. O da adımı söylemiyor, çağırırken 'Exile' diyor.
Şu kuş, pencere camının ötesinden bana bakan kuş, bahçenin biricik daimi kuşu, anama benziyor, beni anlamaya çalışıyor ve ötüyor hazin hazin. Sesteki renk hazinesi, çok sesli 'Exile' çağrışımlar uyandırıyor bende. Anlıyorum. Anladığım için de bahçedeki elma ağacının budağında ördüğü yuvasını yakından inceledim, kuş mimarisi üzerine bir kitap yazma arzusu uyandı içimde. Ressamı anlamak için tablosuna, kuşu anlamak için de yuvasına bakacaksın. Kuş, yuvasını, toprağın, ağacın ve kayanın en merhametli yerinde yapar. Aynı şeyi ressam için söyleyemem. Ressam alçaktır. Ressamın en büyük alçaklığı fırçalaşması ve insanlığından çıkamamasıdır; yani kendi dışındaki tüm canlıları hayvan yerine koyması ve onlara hayvan muamelesi yapmasıdır. Bu hayvan sözcüğünü hangi hayvan icat ettiyse lanet olsun. Açıktır ki insanlık, bana yetmiyor artık. Yetmiş yaşına bastığımı ve daha da basacağımı ama şu an kalkamadığımı hissediyor bu kuş; bu bana yetiyor.
Silaha el sürmenin ve insan öldürmenin büyük günah olduğuna inanan Dukhoborlar'ı ve onların Kanada'da anadan üryan bir şekilde yürüyüşlerini çizecektim güya. Çakılıp kaldım. Sorunum şu anda Dukhoborlar değil tabi. Ama onlar da sürekli sürüldüler. Çar, onları Malakanlarla birlikte Rusya'dan Kafkasya'ya, ordan da Kars'a sürdü. Geldiler, Malakanlarla birlikte doğduğum köy Zavot da dahil, yaylaklarda güzel köyler kurdular. Keşke o dönemde, 1880'lerde yaşasaydım. Çar onları sürdü sürmesine de, kırk yıl sonra ne olduysa, batıda, ordularıyla birlikte Kazım Karabekir göründü. Bu kez de o sürdü Dukhoborları ve Malakanları Kafkasya'ya. İki katlı, balkonlu güzel evlerini, zavotlarını (mandıra), değirmenlerini, demirhanelerini, kürk-gocuk-çarık-hamut dikim işliklerini geride bırakıp Kafkasya'ya geldiklerinde artık bu dünyaya ait değillerdi. Genişleyen, dağılan şu sonsuz ve soğuk evrende yalnız ve kimsesizlerdi insanlık gibi, benim gibi. Kanada'ya, Yeni Zelanda'ya, ve Avustralya'ya göçtüler benim gibi. Simişka(ayçiçeği), buğday ve arpa tarlaları, senkaları(kızak), brişkaları (dört tekerlekli araba), pullukları, aynı dönemde Kafkasya'dan sürülen Terekemelere kaldı.
Yaşlı Dukhobor kadın, yapacağım resmi almak için bugün gelebileceğini söyledi. Gelir mi? Gelebilir. Askerden kaçtığım için sempati duyuyor bana çünkü. Hatta kökünden kopmuş bir Dukhobor olabileceğimi sanıyor. O da benim gibi, yalnızlığına sürülmüş insanlığın. Hüzünlü ve derin bakıyor. En çok da 1895'e bakıyor. Dukhobor'lar askerlik yapmamak için direnmişler o yıl çünkü; Çar'ın verdiği silahları yakmışlar. Üzerlerindeki baskılar zulme varınca Tolstoy savunmuş onları; hayatının son döneminde, Yasnaya Polyana'daki evinde görüşmüş temsilcileriyle. Bu yüzden Dukhobor kadın, Tolstoy'u çok seviyor ve hatta onun bir Dukhobor olduğunu, 1904'de Dukhoborların bir bölümü Saskatchewan'a (Kanada'ya) göç ettiğinde, onlara büyük maddi destekte bulunduğunu, Nobel Komitesine, barış ödülünün Dukhoborlara verilmesi için mektup yazdığını iddia ediyor. Kadını görünce, sakalını kesmiş, entari giyinmiş bir Tolstoy canlanıyor gözlerimin önünde.
İçimde, çocuklarının parçalanmış, dağılmış kişiliklerini sabırla toplayan, duygularının örsünde biçimlendiren, yeniden var eden bir kadın geziniyor. Dukhobor gelebilir. İki ayaklı bir ata kültü olduğu için gelebilir. Atalarının, Kanada'da kendilerine yönelen baskılara karşı, çırılçıplak, genç ihtiyar, kadın erkek, hep birlikte yürüyüşünü çizecektim güya. Tuval yan odada, kadının büyütüp bana verdiği fotoğraf da tuvalin yanında öylece duruyor. Anadan üryan, çocuklarıyla birlikte yürüyen bu insanlar ve onların torunları, Tolstoy'u neredeyse bir aziz mertebesine yükseltmişler; yaşadıkları topraklar üzerinde güzel bir heykelini dikmişler onun.
Karanlık çöküyor. Açlığıma, acılarıma sicim gibi yağan minör metaforlar, ışık zerrecikleri, tutunma ve yaşam konfigürasyonları... Varlık duygusunun ışıdığı bir an. Karanlık koyulaşıyor. Kuş kayboluyor. Kapı çalınıyor.
"Kim o?" diyorum tarifsiz bir sevinçle.
"Ben Maria"
"Arka kapıdan gel Maria, orası açık."
"Okey," diyor.
Gülümsüyor, 'OKEY'ine sığınıyorum kadının. Kayboluyor açlığım, ağrılarım.
Güncel Sanat-mart-2017